Bugün ise bu muazzam coğrafya, bir yandan büyük bir jeopolitik uyanışın eşiğinde dururken, diğer yandan Filistin ve Doğu Türkistan gibi iki kadim coğrafyasında yaşanan, vicdanları kanatan zulümlerle sınanmaktadır. Geçmişten günümüze uzanan bu analizin özü, bize bu iki meselenin sadece birer bölgesel kriz değil, Türk ve İslam dünyasının kaderini tayin eden büyük bir sınama olduğunu göstermektedir.
Türk Dünyası: Uyanış ve Vahdet Arayışı
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte bağımsızlıklarını kazanan Türk Cumhuriyetleri ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki ilişkiler, son yıllarda Türk Devletleri Teşkilatı çatısı altında somut bir siyasi ve ekonomik ittifaka dönüşmektedir. Bu "Büyük İttifak" hayali, sadece kültürel bir yakınlaşma değil, aynı zamanda Avrasya'nın enerji, ulaşım ve güvenlik mimarisini yeniden şekillendirecek stratejik bir vizyondur.
Ancak bu uyanışın tam ortasında, Türk milletinin kadim yurtlarından olan Doğu Türkistan, tarihin en büyük insan hakları ihlallerinden birine sahne olmaktadır. 1949'dan bu yana Çin Halk Cumhuriyeti'nin sistematik baskısı altındaki bu topraklar, "yeniden eğitim kampları," asimilasyon politikaları ve kültürel soykırım tehlikesiyle karşı karşıyadır. Doğu Türkistan, Türk-İslam aleminin jeopolitik uyanışının ne kadar zorlu bir coğrafyada gerçekleştiğini gösteren en acı örnektir. Buradaki suskunluk, maalesef uluslararası sistemin güç odaklarına göre değişen ikiyüzlü tavrının en keskin yansımasıdır.
Filistin: Yüzyıllık Bir Yara ve Küresel Vicdanın Testi
Türk-İslam coğrafyasının kalbindeki bir diğer sürekli kanayan yara ise Filistin meselesidir. 20. yüzyılın başlarından itibaren süregelen bu dram, bir toprak mücadelesinin ötesinde, uluslararası hukukun hiçe sayıldığı, insanlık vicdanının ve adalet mefhumunun sürekli test edildiği bir sahnedir.
Osmanlı Devleti'nin bölgeden çekilmesiyle başlayan süreç, Balfour Deklarasyonu, Nekbe (Büyük Felaket) ve sayısız savaş ile günümüze kadar ulaşmıştır. Filistin, sadece Müslümanların değil, semavi dinlerin ortak kutsalı olan Kudüs'ü barındırması nedeniyle, İslam dünyası için bir kimlik ve onur meselesidir. Tarihsel süreçte yaşanan işgaller, yerleşimci politikaları ve Gazze’ye uygulanan abluka, bu sorunun sadece bölgesel değil, küresel güç dengelerinin bir sonucu olduğunu kanıtlamaktadır. Filistin’de yükselen her feryat, Türk-İslam aleminin ne kadar parçalı ve etkisiz bir siyasi yapıya sahip olduğunu yüzümüze vurmaktadır.
İki Zulüm Arasında Sıkışan Vicdanın Yolu
Bugün, Doğu Türkistan ve Filistin'deki zulümleri ayrı kefelerde tartmak, büyük bir yanılgıdır. Her ikisi de, bir milletin temel varoluş haklarının, uluslararası güç odaklarının çıkarları uğruna gasp edilmesinin somut örnekleridir.
Filistin, İslam dünyasının siyasi ve jeopolitik bölünmüşlüğünü ifşa ederken;
Doğu Türkistan, ekonomik bağımlılık ve jeopolitik kaygıların, insan hakları ve kardeşlik bağlarının önüne nasıl geçtiğini göstermektedir.
Türkiye ve Türk dünyası, bu iki meselede "adalet" ve "insanlık onuru" temelinde bir duruş sergilemek zorundadır. Diplomasi, siyaset okulu ve kamu yönetimi nosyonları bize şunu öğretir: Büyük devletler, küresel siyasetteki etkinliğini, sadece ekonomik güçle değil, savunduğu ahlaki değerlerle pekiştirir.
Türk-İslam alemi, Filistin ve Doğu Türkistan'a eşit derecede sahip çıkarak, bölge ve dünya nezdinde güvenilir ve vicdan sahibi bir aktör olma iddiasını güçlendirebilir. İki yaralı coğrafyanın feryadını birleştiren bir ses, sadece mazlumların sesi değil, aynı zamanda yeni dünya düzeninde adalet arayanların da güçlü ittifakı olacaktır.