Meridyen Eğitim Kurumları

Dr. Ahmet Bekaroğlu


SOYADI 'KÜÇÜK' AMA KENDİSİ KOMPLİKE BİR HOCAMIZDI

'Dökülmek' kavramı dilimizde talebelerin başarısız olmaları ve sınıfta kalmaları sonucunda kullanılır.


Bu bağlamda 'sınıftaki talebelerin hepsi döküldü' ya da 'falanca hoca bütün öğrencileri sınavda döktü' diye ifadeler kullanılır. Ancak bu sefer ben bu kavramı teşbih ederek hocalarımız için kullanıyorum. 2025 yılı Marmara İlahiyat'taki hocalarımızı döktü.
      Evet, bu yıl Marmara İlahiyattaki birçok hocamız vefat etti. Prof. Dr. Halis Ayhan, Prof. Dr. Mahmut Çamdibi, Prof. Dr. İsmail Karaçam ve Doç. Dr. Hasan Küçük. Hasan Küçük hocamız aslen Kastamonulu'dur. Ve benim Marmara İlâhiyatta mantık ve felsefe dersleri hocamdır. Kendisinden birinci sınıfta mantık, ikinci sınıfta da felsefe dersini aldım. İslam Felsefesi dersini Prof. Dr. Bekir Karlığa ve Din Felsefesi'ni de Prof. Dr. Necip Taylan hocalarımdan almıştım. Ve Hasan Küçük hocamız da vefat etti. Cenazesi aynı zamanda ikamet ettiği Sahra-i Cedit Camii'nden kaldırıldı ve aynı mezarlığa defnedildi.
      Hasan Küçük Hocamız, hafızlığını Kastamonu'da İkmal etti. Hafızlığı sonrasında İstanbul'a geldi ve dönemin hocalarından Arapça ile dini ilimleri tahsil ederek Aşere Takrib ve Tayyibe okudu. İlk, orta ve İmam Hatip Lisesi'ni dışarıdan bitirdi. Uzun yıllar Kılıç Ali Paşa Camii İmam Hatipliği'ni yaptı. Bu sırada İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi 'Arap Fars Dili ve Edebiyatı' ile 'Felsefe' bölümlerini bitirerek psikoloji ve pedagoji alanlarında da sertifika aldı. Bu fakültede 'Osmanlı Devleti'ni Tarih Sahnesine Çıkaran Tarikatlar ve Türkler Üzerindeki Müspet Tesirleri' isimli tezi ile doktor unvanını aldı. Bir dönem Milli Eğitim Bakanlığına geçerek İstanbul İmam Hatip Okulunda öğretmenlik yaptı. 1971 yılında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü ile yüksek öğrenimde ve bu okulun Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi'ne dönüşmesinden sonra da üniversiteye intisap ederek Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak çalıştı.
      Dediğim gibi Hasan Küçük Hocamız adeta bir İstanbul Beyefendisiydi. Derslerde konuları işlerken günğmüzle de bağlantı kurar ve mutlaka bir senteze varırdı. O İstanbul Kültürüne hakim olduğu için bize İstanbul'un özellikle ellili yıllardan sonraki uleması ile olan irtibatından örnekler verirdi. Kılıç Ali Paşa Camii'nde İmam Hatiplik yaptığı yıllarda dönemin en ünlü okuyucularıyla beraber gittiği programlardan kesitler sunardı. Kendisini asla takım elbise ve kravatsız göremezdiniz. Hele de günlük traşını her gün olurdu. O, 'ya düzenli şekilde sakal bırakılacak, eğer bırakılmıyorsa da düzenli şekilde tıraş olunacak' anlayışındaydı. Derslerde bize hayatından pek çok anekdot anlatmıştı. Bunlardan unutmadığım bir iki hatırasını burada paylaşmak isterim. O ünlü bestekàr Hafız Sadettin Kaynak, Hafız Sami ve Yeraltı Camii İmam Hatibi Ali Üsküdarlı'dan çok bahsederdi. Hafız Sami ile ilgili anlattığı şu anekdotu ise hiç unutmuyorum. Hafız Sami'nin öyle gür bir sesi varmış ki kendisi sandalla boğaza açılır, Beylerbeyi önlerinde su kasidesini okurmuş. Öyle davudi bir sesi varmış ki sesi ta boğazın karşı yakasından Dolmabahçe Sarayı'na kadar yansır ve herkes onun bu güzel sesine kulak kesilirmiş. Ancak buna rağmen icra etmesi için Dolmabahçe'den aldığı davetlere de 'gösterişi sevmediği ve emr-i vaki diye kabul ettiği için' asla katılmamış. 
      Hasan Küçük Hocamız derslerde 'Felsefenin İslam Dinindeki yerini' ya da 'Kur'an-ı Kerim açısından felsefenin durumu nedir?' gibi hususlarda patenti kendisine ait olan şu cümleyle konuyu açıklardı, 'İslam'da taabbüdî meselelerde felsefe olmaz, talili meselelerde felsefe olur'. Yani ibadetlerde/ritüellerde yorum yapamazsınız. Öğle namazı niye on rekattır da dokuz veya on bir rekat değildir?' diye soramazsınız. Çünkü bunu böyle kabul edeceksiniz. 'Namaz niye beş vakittir?'. Burada da felsefe olmaz. Çünkü Peygamberimiz 'Namazı benden gördüğünüz gibi kılın' buyuruyor. Ancak namazın faydaları nelerdir? Namaz kılmazsak neleri kaybederiz? Bu durumlarda felsefe yapılır. Lokman Suresindeki 'gökler görünür direkleri olmaksızın ayakta duruyor' (Ra'd Suresi, 3. âyet; Lokman Suresi 10. âyet ve ilgili diğer âyetler)  'Allah, arşa istiva eyledi' (Taha Suresi, 5. âyet) gibi ayetler muhtevasında felsefe yapılır ve bu gibi konularda yeniden yorum getirilebilir.
      Hasan Küçük Hocamızla bir defasında şöyle bir hatıramız olmuştu. Sanırım seksenli yılların ilk dilimiydi. O sene 1915 yıldönümünde 18 Mart bir çarşamba gününe denk gelmişti. İlahiyata giderken Kadıköy'den Bağlarbaşı üzerinden dolaşarak Üsküdar'a giden 14 numaralı belediye otobüsüne binmiştim. O yıllarda gazete satan bakkallar gazeteleri bükerek dükkanın önünde okuyucuları için teşhir ederdi. Paramız olduğunda gazete alırdık. Gazete alacak paramız olmadığında da -ki çoğunlukla olmazdı- dükkânların önünde bekler ve gazetelerin başlıklarını okurduk. O yıllar merkez sağ görüşü temsil eden 'Tercüman' ve merkez sol görüşü.temsil eden 'Milliyet' gazetesi ile liberal kesimi temsil eden 'Hürriyet' gazeteleri çok okunurdu. Radikal sol için 'Cumhuriyet', Milli Görüş çizgisinde 'Milli Gazete' ve milliyetçi çizgide de 'Hergün' gazetesi vardı. Biz de aile olarak 'Milli Gazete'yi okumakla beraber ara sıra diğer gazeteleri ve Tercüman gazetesini de kahvehanelerde ve elimize geçtiğinde okurduk. İşte o yıl 18 Mart Çarşamba günü meşhur Ilıcakların yönettiği Mehmet Ali Ilıcak'ın imtiyaz sahibi olduğu, baş yazarlığını Nazlı Ilıcak'ın yaptığı, Ahmet Kabaklı, Ergün Göze ve 'O Kafa' ana başlığıyla Rauf Tamer'in  yazılarını kaleme aldığı ve Prof. Dr. İsmet Giritli'nin araştırma yazılarını yayınladığı meşhur Tercüman Gazetesi'nden bir nüshasını para vererek satın almıştım.  Çünkü Tercüman Gazetesi o gün Mehmet Akif'in Çanakkale şehidleri onuruna ithafen kaleme aldığı 'Çanakkale Destanını' ilk sayfasına tab etmişti. O sabah bu gazete küpüründen 'Çanakkale Destanını' otobüste okuyarak okula gelmiştim. Daha günün ilk dersinde Mantık Dersi'ne giriş yaptıktan sonra gazete küpürünü bu şekilde elimde gören Hasan Küçük Hocamız birden kitabı kapatarak dersi sonlandırmış,
'Şu boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi? 
 En kesif orduların yükleniyor dördü beşi'
diye destanı ezbere okumaya başlamış,
'Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? 
Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın' mısralarında ses sonunu giderek yükselmiş,
'Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana ağuşunu açtı duruyor peygamber'
mısralarıyla destanı bitirirken, 'anası şehid, babası şehid, ecdadı şehid, şehid oğlu şehid' diye kendinden geçercesine, ses tonu koridorlara yansırcasına sesini yükselterek/tabir caiz ise avazı çıktığı kadar bağırarak 'bu milletin alevisi ile sünnisi ile, türkü ile kürdü ile, lâzı ile çerkezi ile Edirnesinden Kars'a, Muğlasından Mardin'e,  Diyarbakır'a ve Hakkari'ye varınca kadar topyekün bir millet halinde el ele vererek tarih yazdığını, ellili yıllardan sonra şehidler onuruna ithafen abidenin dikileceği sıra şehid bedenlerinin başka taraflara nakledilmesi zorunluluğu sebebiyle temel atma işleminin aylar süren bir serüven oluşturduğunu' anlatmıştı bize hocamız. Bu dersi ve o anı hiç unutmuyorum, öyle ki o an halâ daha gözlerimin önündedir.
      Şunu da bir tespit olarak belirtmek istiyorum. Çünkü bu konuda başka bir hocamızla benzer şekilde bir konuşmamız oldu ki onun bu konuda benzeri bir yakınması vardı. Bunu ileride imkanım olduğunda isim vererek yazacağım. Şunu demek istiyorum. Hasan Küçük Hocamız, emekli olduktan sonra kendisini Marmara İlâhiyatayat'ta sadece bir defa dekanlık binasına girerken görmüştüm. Yüksek Lisans ve Doktora dönemleri nedeni ile fakülte ile bağım uzun yıllar devam etmiş ve adeta hiç kesilmemişti ki hâlen devam etmektedir. Bu da bana hocamızın belki okula bir küskünlüğü ve  bir vefasızlık anlayışına sahip olduğunu vücut dilinden hisseder gibi olmuştum. Belki de yanılıyorumdur ama bu da benim tespitimdir. Sanki öğrencileri ve diğer akademisyenler akademik ünvanları aldıktan sonra hoca'ya karşı değişmişti. Hocamız da bundan alınmış gibiydi. Yani hocamız adeta 'bu ünvanlar kimsede yokken bu fakülteden doktora ünvanına sahip olan ilk hocalardan birisi bendim' der gibiydi. 
      Bir defasında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi felsefe bölümü hocalarından Prof. Dr. Nihat Keklik'in fakültemizde bir konferansı vardı ve hocamıza 'konferansa katılacağımızı' söylemiştik. Ancak o buna hiç cevap vermemişti. Ben kendisinin de konferansa katılacağını düşünürken hocamızın dersini verdikten sonra kpnferans başlayacağı sıra okuldan ayrıldığını görmüştüm. Belki de bir işi ve bir programı vardı ama bize ' katılın' ya da 'katılmayın' demediği gibi müteakip günlerdeki derslerde de 'konferans nasıl geçti ve neler öğrendiniz?' gibi bir soruyu da sormamıştı.
      Hislerimde çok yanıldığımı sanmıyorum. Yine de bazı tahminlerinde yanılmış olabilirim ama sadece yaşanmışları anlatmaktan öte bazı sentezler de yapmış olmam lazımdı. Bunun için bunları anlattım. Hocamız dediğim gibi tam bir İstanbul Beyefendisiydi. Öyle ki üniversitede hoca, kürsüde vaiz, mihrabta imam, konferans salonunda bir bilge kişilikti. Başka bir ifade ile komplike bir insandı. Kendisinden çok şey öğrendik. Sayesinde Kılıç Ali Paşa Camii'nin ve yarımada içerisindeki âlim, hatîb, hafız, şair, edib, tüccar ve hatta avam nsanların dünyasından epeyce bilgilendik. Öyle ki o günleri sanki yaşar gibi olduk. Kılıç Ali Paşa Camii'ni ilk defa ondan duydum, Nusretiye Camii'ni onunla sevdim. 
      Öğrettikleri için kendisine teşekkürler. Allah, rahmet eylesin..

LÖSEV BAĞIŞLARINIZ İÇİN