Bu konudan şöyle haber aldım. Henüz yüz yüze görüşmediğimiz çok okuyan Trabzon'daki bir hemşehrim var. Kendisi ile benim yazılarımı okuması sonucunda onun bana ulaşması ile tanıştık. Trabzon'daki bu hemşehrim okuduğu kitapları özetler ve bu konuda müzakere ederiz. Kur'an-ı Kerim meali üzerinde çok sohbetimiz oldu. Basını da çok iyi takip eder ve bazı yazılardan beni de haberdar eder ve 'falanca yazıyı okumamı' isteyerek o konuda da müzakere ederiz. İşte bu dostum dört gün önce bana vatsap üzerinden yazarak "söz konusu hocanın açıklamasına Yeni Akit gazetesindeki İlahiyat mezunu olan bir yazarın çok sert tepki içeren yazısını okumamı" istedi. Ben de okudum. Bu yazar makalesinde 'şarlatan' diyerek adaba mugayır sayılacak bir ifadede kullanarak 'sizin gibi bazı cemaat mensupları yüzünüzden gençler deist oluyor' diye de ekliyor. Bana göre bu yazar ağır ifade kullanmıştı. Ben olsam eleştirirdim ama hakarete varan ifade kullanmazdım. Çünkü hakarete varan ifade kullanmak ve de 'hedef göstermek' gibi bir hakkımız olamaz.
Mahmut Efendi vefat ettiği zaman Kuzey Ekpress gazetesinde 'Mahmut Efendi'nin Ardından' başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Mahmut Efendi'yi ben çok kişiden önce tanıyorum. Cübbeli Hoca'dan da önce tanırım. Çünkü onun yaşı genç ve buna müsait değil. Yetmiş dört seksen yılları arasında İstanbul İmam Hatip Lisesinde okurken ülkemiz bazı sıkıntılar geçiriyordu. Yaşı müsait olmayanlar bunları bilmezler, onlara hikaye gibi gelir. Tüp, benzin, mazot vs. kuyrukları vardı. Sana yağı bile yoktu. O dönemlerde benzin ve mazot sıkıntısı çekiliyordu. İlim Yaymanın yurdunda kalıyorduk. İmam Hatip Lisesi'nde bazen kaloriferlerimiz yanmazdı. Üşüdüğümüzde cumartesi ve pazar günleri hemen yakınımızdaki İsmail Ağa Camii'ne gider ve onların cami içerisinde yaktıkları sobada ısınırdık. Mahmut Efendi'nin arkasında çok namaz kıldım, sohbetlerini dinledim. Zaten kendisi Fatih Müftülüğüne bağlı resmi İmam Hatip olarak devletten maaş alıyor ve oradan emekliydi. Çok büyük bir alim ve tabirim mazur görsün çok akıllı bir insandı. Bazıları gibi abuk sabuk açıklamaları ve iticiliği de asla olmazdı. Sadece müridlerine ya da oraya gidenlere 'sakal bırak, cübbe giy, sarık tak' derdi. Bunda da biraz ısrar eder ama icbar etmezdi/zorlama yapmazdı. Hatta orada bize denirdi ki, 'Niye her gün tıraş oluyorsunuz? Bari Cumartesi ve Pazar günleri tıraş olmayın'. Cuma günleri öğleden sonra da Milli Güvenlik dersimiz olurdu. Derse giren Albay da, 'eve gideceksiniz, evci çıkacaksınız, tıraş olarak dışarı çıkın, temiz görünün' diye bize telkinde bulunurdu. İsmail Ağa'nın 'hiç olmazsa cumartesi pazar günleri sakal bırakın' telkini ile Milli Güvenlik hocasının 'tıraş olun da askerler gibi tertemiz olarak dışarı çıkın' telkini kıskancındaydık. Hani çarşı izinine çıkan askerler nizamiye kapısında mutlaka kontrolden geçerler. Burada tıraşlarına bakılır, üstleri başları ve giyimleri kontrol edilirdi. Neden? Askerler 'dışarıda temiz görünsünler ve askerlik sevilsin' diye.
Mahmut Efendi için 'o ölmedi hala daha hayattadır, geliyor bizi idare ediyor, bize sohbet ediyor, aile reisi olarak evdeki hizmetini görüyor' sözleri aşırı duygusallıktan kaynaklanan ifadelerdir. Burada şu dense kabul edilir, 'Mahmut Efendi öyle insanlar yetiştirdi ki, hizmetler hala daha sanki o hayattaymış gibi aksamadan devam ediyor'. Bu doğrudur da. Ama 'o ölmedi, hala da aramızda' ifadeleri saçmalıktır. Peygamberimiz vefat ettiğinde Hz. Ömer bunu kaldıramamıştı. Öyle ki, 'Kim peygamber vefat etti derse onu kellesini uçururum' diyerek fırtına estirmişti. Peygamberimiz olan sevgisinden dolayı bu kadar üzgündü. Bu sırada minbere çıkan Hz. Ebubekir, 'kim Allah'a inanıyorsa bilsin ki Allah bakidir/ebedidir, kim de Hz. Muhammed'e inanıyorsa bilsin ki Hz. Muhammed vefat etmiştir' diyerek hem Hz. Ömer'e ve hem de orada bulunanlara 'ifadelerine dikkat etmeleri gerektiği' mesajını vermişti.
Özetle, bizler hitap ederken sözlerimize çok dikkat etmemiz lazım. Klişeleşmiş bir söz var ya, 'söz ağzımızdan çıkana kadar bize aittir, ağzımızdan çıktıktan sonra ise topluma/kamuya mal oluyor'. Gerektiğinde düzeltilmesi de mümkün olmuyor. Sonradan 'özür dilerim, haddimi aştım' diye özür beyan etmek sadece 'işler yürüsün ve olduğumuz hali koruyalım' diye yapılan bir eylemdir. Yoksa yaptığımız yanlışı silip atmıyor milletin zihninden.
Yazıma konu olan hoca efendi'nin açıklaması da aşırı hatta haddi aşan duygusallıktan kaynaklanan 'Şeyh uçmaz müridleri uçurur' kabilinden olmuş.
Konudan haberdar eden o çok okuyan Trabzon'daki hemşehri dostuma da teşekkürler..



