Şöyle düşünüyorum. Toplumumuz değişik mizaç ve anlayıştaki insanlardan oluşuyor. Ve Herkes farklı hocaların hitabetinden hoşlanıyor. Yani herkesin doğal olarak beni dinlememesi gibi başkalarını da herkes dinlemiyor. Dolayısıyla birbirimizi rakip görmeden yaptığımız hizmeti toplayarak bir bütünlük halinde topluma yapılan hizmet olarak görmeliyiz. Bu düşünceyle şimdiye kadar cemaatleri asla ayrıştırmadım ve onlara cephe almadım. Okullarda ilk defa profesyonel bağlamda din olgusu ile buluşturduğum, sıraların üzerine çıkıp namaz kılmayı öğrettiğimde, 'hı, hı diye bana gülen bazı öğrencilerim farklı cemaatlere gittikten sonra, 'onun sakalı ve bıyığı yok, arkasında namaz olmaz' diyerek arkamdan konuşmuş olsalar da; cahillik ve nefislerinin esiri oldular diye düşünerek cemaatlere hiç saldırmadım.
İstanbul İmam Hatip Lisesi'nden mezun olduğumuz seksen yılında Marmara İlâhiyat'a girmiştim. Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk ikinci sınıfta arapça, üç ve dördüncü sınıflarda da 'Tasavvuf Tarihi' dersimize girmişti. Arapça dersinde Hâris-i Muhasibînin "Risaletü'l Müsterşidîn "رسالة المسترشدين' İrşat olmak isteyenler için risâle/özel bir kitapçık isimli eserini ve Tasavvuf Tarihî dersinde de Yaşar Nurî'nin 'Kur'an-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf' isimli kitabını okumuştuk. Bu eserin daha girişinde tasavvufla ilgili değişik mutasavvıflardan tanımlar yer alır. Bunlardan birini hiç unutmuyorum. O tanım şöyledir, 'Tasavvufu anlatan kişi sufi değildir, esas tasavvuf; tasavvufu anlatamaz hale gelmektir'. Yani tasavvuf anlatılmaz ki, çünkü sözelliği yoktur. Siz dini öğretileri öyle bir içselleştireceksiniz ki bunlar yaşantınıza dökülecek. Fetih Suresi'nin 29. âyetinde âhirette onlar secde izlerinden tanınırlar' âyetinin hayata yansıması olarak yüzünüzden nur akacak. Işte tasavvuf budur.
Güftesi Yunus Emre'ye ait olan sonra Salih Suphi Soner tarafından nihaved makamında bestelenen -ki Doktora döneminde ortak ders aldığımız ünlü Neyzen Süleyman Erguner de bestesini yaptı- 'Derviş Bağrı Taş Gerek' ilahisinde bir kıta şöyledir.
"Dövene elsiz gerek,
Sövene dilsiz gerek.
Derviş gönülsüz gerek.
Sen 'derviş' olamazsın,
Sen hakkı bulamazsın.
Ya mevlam, hû mevlam,
Aşkın bize ver Mevlâm".
Yani sana tokat atan olsa da, dili ile sataşan olsa da cevap vermeyeceksin. Gönül de koyup küsüp darılmayacaksın. Hani Kur'an'da var ya 'Cahillerden yüz çevir' (Ârf Suresi, 109. Âyet), 'Sana cahiller gelip konuştuklarında/sataştıklarında "sana selam olsun/sana esenlik diyorum" derler' (Furkan Suresi, 69. Âyet) diye tavır alır ya mü'minler. İşte tasavvuf budur.
Bunları niye yazdım? Adıyaman'a mensup bir ahbabım diyor ki 'hocam bütün arkadaşlar diyorlar ki "rezil olduk", bu ne ya?'. Ben de şöyle cevap verdim. Çocukluğumuzda bizde sinor/sınır kavgaları vardı, 'senin ineğin benim sinörumdan beri geçti, lahana mı yedi, çayırı keserken/otları biçerken tırpanı fazla salladın ve benim tarafıma geçtin'. Bu atışmalardan sonra kavga başlar, aylarca yıllarca süren komşularla olan küskünlük de bunu takip ederdi.
Dediğim gibi bu cemaatlere ben asla sataşmadım. Çekindiğimden değil. Benim kaybedeceğim herhangi bir şey yoktu ki. Hatta halk kitleleri üzerinde çok etkili, bir de hoşgörülü oldukları için bu menzil grubuna, helal olsun, bu kadar insan oraya gidiyor, alkolü bırakıyor, kumardan vazgeçiyor, kötü alışkanlıkları terk ediyor' düşüncesi ile bakardım. Gerçi oraya gidenler zaten bu kötü alışkanlıklardan vazgeçmeyi zihninlerine yerleştirerek gidiyorlar, olsun yine de 'faydaları vardır' diye bakardım. Öyle de bakmak istiyorum. Ancak son dönemde olup bitenlere bakın. Menzil şeyhinin vefatından sonra üç tane oğlu mahkemelik ve menzilde bir yerde aralarına duvar örüyor, aralarındaki kavga gürültü manzarası ile yazılı ve görsel basına malzeme oluyorlar.
Taha Suresi'nin 114. âyetinde Yüce Yaratıcı, 'De ki, Rabbim ilmini arttır' buyuruyor. Menzil şeyhi vefat edince büyük oğlu şöyle söylemişti, 'bundan sonra üç kardeş tövbe alacağız, isteyen istediğine gitsin tövbesini yenilesin'. Bir defa, 'bir orkestranın bir tane şefi olur'. Bu söylem zaten yanlış bir başlangıcın habercisiydi. Bu ayrı bir olay. Evet bu gurup, cemaatler içerisinde nüfuzu çok geniş ve geniş halk kitlelerine hitap ediyor. Ancak burada ilmi teknik bir hata var. Ben ta o zaman demiştiim ki, ilmi yetersizlik var. Çünkü tövbe Allah'a yapılır, tövbe senin babana yapılmadı ki, tövbe yenilensin. Oysa ki, 'biatınızı yenileyin' demesi gerekirdi. Yani 'babam öldü, bundan sonra üç kardeşten hangimize tabi olacaksanız, gidin ona biat edin' demeliydi. İlmi yeterlilik olmadığı için kavramları da yerinde kullanamadı. Zaten tövbe yenilenecekse, o tövbe yine Allah'a karşı yenilenir, tazelenir.
Bu Adıyaman mensubu arkadaşlar diyorlar ki, 'para müridlerin parası? Siz neyi paylaşamıyorsunuz? Çok kötü görüntü verdik, "yok içeridekiler, dış güçler burayı karıştırmaya çalışıyor" diyorlar. Çıkış yolu bu mu? Öyleyse de bu oyuna gelmeyin'.
Geçmişte çok üst düzey bir yöneticimize demiştim. Bu yöneticimizin kendisi bizimle toplantı yapmıştı. O, akademik kariyer olarak görevlilerle her ay düzenli olarak toplanırdı-. Ben de bu toplantılarda konuşur ve oluşturduğumuz ortak vatsap grubunda da fikirlerimi söylerdim. İşte ilk toplantıda söz konusu o yöneticimize şöyle demiştim. Biz Peygamberimizin, 'Sizden biriniz kendisi için istediğini din kardeşi için de istemediği sürece gerçekten iman etmiş olamaz' hadisini hangi kurumda olursa olsun görevlilerin zihinlerine nakşetmemiz, iliklerine kadar indirmemiz gerekir ve o görevliyi ondan sonra atamamız lazım ki bir görevli, başka bir görevlinin aleyhinde çalışmasın. Bu hadise göre, 'benim evim olsun, arabam olsun, çocuğum üniversite bitirsin, askerden sağ salim gelsin' diye düşünürüz ya. Ne kadar da güzel. Ama bunun yanında, 'komşumun da olsun, o da kiradan kurtulsun, onun çocuğu da üniversite bitirsin' diye düşünmeli ve bundan da mutlu olmalıyız. Bir de kıskanmamalıyız. Zaten kıskanmak yine Peygamberimizin hadisine göre, 'Ateşin odunu yakıp kül haline getirdiği gibi, kıskanan kişinin o ana kadar yaptığı tüm iyilikleri yok eder'. Bu anlayışa sahip olamadığımızda da Peygamberimizin buyruğu üzerine gerçekten iman etmiş bir Mümin olamıyoruz. Bu görüşüm üzerine o üst düzey yöneticimiz bana demişti ki, 'Tamam da bunu nasıl yapacağız?'. Ben de demiştm ki, 'Tasavvuf eğitimi olması lazım, bu eğitimi vereceğiz ve o görevliye bakacağız, böyle bir kimliğe büründüyse onu atayacağız, yoksa atamayacağız. Aylar sonra bu üst düzey yöneticimiz, bir başka toplantıda karşılaştığı bir sürü can sıkıcı olay olmalı ki, benim için şöyle demişti, 'Ahmet ne derse doğru söyler'.
İmamı Gazali diyor ki, 'Nefis o kadar kötüdür ki, bazen insanı, benim için, "ne kadar büyük ilim sahibidir" desinler diye gösteriş için bile ilim sahibi olmaya yönlendirebilir'. Derviş olmak kolay değil. Derviş zaten 'ben dervişim' demez. Derviş olduğunu iddia eden ve böyle görüntü veren de gerçekte derviş değildir. 'Derviş gönülsüz gerek'. Yoksa daha cenaze kaldırılmadan avam/sıradan halk diliyle, 'ölüm hak, miras helâl' diyerek tereke paylaşmaya başlar.
Zaten o da, 'derviş' olamaz..