Meridyen Eğitim Kurumları

Dr. Ahmet Bekaroğlu


‘İSAR ANLAYIŞI’ YERLEŞTİRİLMELİ

Her birimizin belleğinde oluşması muhtemel olan, ‘Kur'an-ı Kerim niye gönderildi?’ şeklindeki soruyu Yüce Yaratıcı, ‘sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için’ (Bakara Suresi, 257, Hadid Suresi,  9 ve ilgili diğer ayetler) izahı ile zihinlerimizdeki istifhamı gidererek aynı zamanda bizi psikolojik olarak da rahatlatıyor.


Yani Yüce Yaratıcı, söz konusu ayetlerde insanlığın cahiliye/bilgisizlik dönemindeki yanlışlarını karanlığa, Kur'an-ı Kerim'in vadettiği saadet hayatını da aydınlığa benzetiyor. Böylece 'bizleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için' gelen Kur'an-ı Kerim, bizlere adeta bir eğitim yapıyor. Eğitimin çok tanımı yapılmaktadır. Söz konusu tanımlar özetlenerek kısaca denebilir ki, ‘eğitim; topluma faydalı nesil yetiştirme eylemidir’. Söz konusu eğitim faaliyeti; ilk, orta, lise ve üniversite gibi örgün, cami ve halk eğitim merkezleri gibi yaygın eğitim kurumlarında gerçekleştirilmektedir. Eğitim aslında daha anne karnında başlıyor. ‘O,  dilediğiniz şekilde sizi rahimlerde şekillendiriyor’ (Al-i İmran Suresi, 6. ayet)’i bunu anlatıyor. Bu ayetten anlıyoruz ki anne babanın yiyeceği lokma çocuğun karakterinin oluşmasına olumlu ya da olumsuz olarak etki ediyor. Bunun için ebeveynler, topluma rahmet yağdıracak nesil oluşturabilmeleri için kazançlarına haram karışmamasına çok dikkat etmelidirler. Çünkü bu konudaki ihmal, ileride telafisi mümkün olmayacak şekilde topluma diken olacak nesillerin oluşmasına neden olur. Bu konuda ‘mü’min bir kişi, yaptığı kötülüğün cezasını çekmeden ölmez’ şeklinde bir hadis olduğu rivayet edilir. Hadiste anlatılan çekilecek azap; ahirette çekeceği ceza saklı kalmak şartıyla, kötülüğü yapan kişinin sadece bu dünyada verdiği bireysel ve sosoyolojik tahribatın bir karşılığıdır. İşte bu yüzdendir ki helal lokma konusu çok ve çok önemlidir. Herhalde çok acı tecrübeler yaşanmış olunacak ki, ‘dedenin yediği ceviz, torununun dişini kırar’ sözü, geçmiş dönemlerden bize ulaşmış atasözümüzdür. Ebeveynlerin bu şekilde titizlik göstererek dünyaya getirdikleri çocuk, ilk eğitimini de ailesinden alıyor. Bu bağlamda, 'anne-baba başlı başına bir medresedir/okuldur'  diye bir arap atasözü var. Ailenin verdiği eğitimi örgün eğitim kurumu olarak okul devam ettirecek, yaygın eğitim kurumu olarak da camiler, bu faaliyete destek verecektir. Yani çocuğun kişiliğinin/karakterinin oluşmasında ilk sırada aile, sonra da okul önem arz etmektedir. Değişik eğitimcilere atfedilen ‘küçük yaşlarda verilen eğitim mermere yazı kazımak gibidir, asla kaybolmaz, yetişkinlik döneminde verilen eğitim ise, buz üzerine yazı yazmaya benzer, çünkü o buz hava ısındığında erir ve kaybolur gider, işte bu dönemdeki eğitim de buna benzer’ sözü, eğitime başlanacak zamanı belirlemektedir.  Onun için eğitim hele de örgün eğitim, çok önemlidir ve belli bir döneme kadar zorunlu olması da çok doğru bir uygulamadır. Yaygın Eğitim ise; isteğe bağlıdır, onda devam mecburiyeti olmadığı için vatandaşın bir gelip epey zaman sonra canı istediğinde katıldığı faaliyetlerdir. Yaygın eğitim kurumlarında uygulanan eğitim verimliliğinin oranı, hem bizlerin beceri, hem cemaatin ilgisi ile doğru orantılı olmasının yanında, aynı zamanda örgün eğitimin hilafına bu kurumlara devam muhayyerliliği ile de yakından ilgilidir.
       Eğitim ve öğretim faaliyetinin toplum üzerindeki etkisi konusunda şunları söylenebilir.  Ben şimdiye kadar hiçbir öğretmenin öğrencisine, hiçbir din görevlisinin de cemaatine kötü bir şey önerdiğini duymadım. Peki, o halde toplumda şikayetçi olduğumuz bu kadar yanlış davranışlar niye sergilenir? Şundan dolayı, eğitimdeki üçüncü kurum olan kamuoyu dediğimiz ‘çevre’,  görevini yeterince yerine getiremiyor da ondan. Yani eğitimde amaç olan ‘vatana ve millete yararı dokunacak nesillerin oluşması’ için aile ve okulun verdiği eğitimi çevre de güzel örnek olmak sureti ile desteklemelidir. Çevre kapsamında olan yazılı ve görsel basın dahil her bir fert olarak bizler, yani aile, okul/cami ve herkes, yetişen yeni nesillere güzel örnek olmak zorunda olduğumuzu asla unutmamalıyız. Yani yalnız başımıza değil de toplum hayatı yaşamak zorunda olduğumuza göre bizim ‘güzel örnek olmak’ gibi bir misyonumuz var. Bizler adaba mugayır bir sözü ya da davranışı,  ‘falancanın çocuğundan bana ne?’ diyerek gelişi güzel/ulu orta sergileyemeyiz.  Onun için, toplumu bir aile gibi görmeli ve o bilinçle hareket etmeliyiz. Zaten bu düşünceyi aklımızdan çıkarmayalım diye ‘peygamberimiz bize en güzel örnek olarak gösterilmiş’ (Ahzab Suresi 21. ayet) ve bizden de çevremize becerebildiğimiz azami ölçüde güzel örnek olmamız istenmektedir. Bundan dolayı halk arasında, ‘ayıptır, yapma’ anlayışı geliştirilerek aslında güzel örnek olma anlayışı yerleştirilmeye çalışılmaktadır.
       Başlangıçta da kısaca değindiğimiz gibi hep öğretim yapıyoruz. Öğretim, herhangi bir konuda çocuğun zihnine bilgi yüklemektir. Eğitim ise, öğretimi de kapsar mahiyette muhatapların gönüllerine hitap etmektir. Örnek verecek olursak örgün eğitim kurumlarımız müfredatında olan ve yaygın eğitim kurumlarımızda da işlenen ‘Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi’ dersi, ‘Din Kültürü’ yönüyle öğretimi yani dini konularda belleğe bilgi yüklemeyi içerirken ‘Ahlak Bilgisi’ kısmı ise, eğitimle alakalıdır.  Yani ‘Din Kültürü’ alanında öğrenilenlerin davranışlara yansıtılması bunun eğitimidir. Bu eğitim faaliyeti elbette kolay değildir. Bunun gerçekleşebilmesi için olmazsa olmaz en önemli husus, muhatap karşısında söz ve davranışlarında tutarlı olmaktır. Yani kendisi söylediklerini uyguluyor olmaktır. Bu konuda Kur’anda, ‘Ey inananlar, yapmadıklarınızı niye söylüyorsunuz?, kişinin en büyük yanlışı, kendi uygulamadığı bir işi başkalarına önermesidir’ (Saf Suresi, 2-3. ayetler) buyrulmuştur. Ayrıca, geçmişte ‘Tevarat’la sorumlu tutulup da hükümlerini uygulamayanların, sırtında taşıdığı yükün farkında olmayan merkepler gibi oldukları’ (Cum’a Suresi, 5. ayet) örneği ile aynı yanlışa düşmeyelim diye uyarılıyoruz. Bu konuda atalarımız da, ‘başkalarına verir talkını, kendi yutar salkımı’ demişler ya. Zaten söz ve davranışlarımızın tutarsızlığı olduğunda yüzümüze, en azından arkamızdan, ‘sen kendine bak, kendi eşine ve çocuklarına söyle’  denir ya. Mevlana Celaleddin-i Rumi’ye atfedilen, ‘kalpten kalbe yol var’ sözü de bize, söylemlerimizin dinleyenler üzerindeki etki oranının, kendi uygulamalarımızla doğru orantılı olduğunu anlamamıza bağlı olduğunu hatırlatıyor.
       Kimilerine göre 'salgın', bendenizin de dahil olduğu kimilerine göre de 'laboratuvar ürünü'  -elbette bu durum ayrı bir tartışma konusudur- olan Covid 19 döneminde insanımızı daha yakından tanıma imkânımız oldu. Deriz ya 'insanları iyice tanıyabilmek için onunla yakın arkadaşlık ya da yolculuk edeceksiniz' diye. İşte bu melun virüs dönemi, inanın bize çok şeyler öğretti. Söz konusu süreçte filasyon ekibinde çalıştım, Vefa Destek gruplarında bulundum. Şu sonuca vardım, şimdiye kadar okullarda öğrencilere, camide de cemaate hep bilgi yüklemiş ama onların güzel davranışlar sergilemelerine etkili olacak şekilde yeterince eğitim yapamamışız. Acil ihtiyacı olmadığı, evi ve yetecek geçim olanağı olduğu halde ‘bana da koli ver, falancaya niye vermiyorsun? Yani beni de gör’ diye istekte bulunanları ve de ‘bana niye vermedin?’ diyerek gönül koyanları ve bizden küsenleri çok gördüm, o kadar ki mahallede nerede ise, istenmeyen kişi haline geldik. İnanın bu kişiler arasında muhafazakar da var, sosyalist de, liberal de, inanan da,  inanmayan da, şu görüşten de bu görüşten de, var da var.  Bedava ya. doğrudan devlet bütçesinden, Türkiye Diyanet Vakfından ve belediyeden bedava geliyor ya. Anlayacağınız korkunç bir tamahkarlık durumu söz konusu. Bunun için iğrendim ve çok kişiden soğudum, kendimi suçladım ve eğitim sistemimizi sorguladım. Bir de bu süreçte öğüt veren de çok oldu, ‘falancaya yardım ulaştırmadınız, ona da verin’ diye. Bu hatırlatma güzel de, bir anlamda da başkaları üzerinden kahramanlık yapma meselesi. Yani  ‘ben söyledim de sana yardım getirdiler’ diyecek ya. Biz de, tamam falanca kişi unutulmuş olabilir, sizin maddi durumunuz çok iyi, ona da siz yardım etseniz dediğimizde susuveriyor. İnsanın yapısı değişmiyor,  bu yapıda olanlar insanlığın başlangıcından bitimine kadar her dönemde olacağı için Kur’an-ı Kerim’de,  ‘onlara “Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden hayr’a harcayın”  dendiğinde, bunu kabul etmeyenler/inanmayanlar inananlara derler ki, “Allah’ın isterse doyuracağı kimseleri biz mi doyuracağız?”,  siz gerçekten apaçık bir dalalet içerisindesiniz’ (Yasin Suresi, 47.   ayet) anlatılan halet-i ruhiyeden farksız bir durum. Hani, yer içer de sonunda, ‘Allah’ım, olmayanlara da sen ver’ dediğimiz gibi bir durum söz konusu.
       Yapılacak olan ise şudur, örgün ve yaygın eğitim kurumlarımızda Kur’an Ahlakı’nı öne çıkaracak konulara ağırlık vermeli ve nefis eğitimi yapılmalı. Çünkü Kur’an Kültürü’nde ‘İsar Anlayışı’ var. Yani, kendi ihtiyacı olsa da fedakarlıkta bulunarak başkalarını kendine tercih edebilmek, ya da en azından edinimlerini onunla paylaşabilmek. Bu konuda inanç ve düşüncelerinden dolayı doğup büyüdükleri Mekke’den hicrete zorlananlara Ensar’ın Medine’de kucak açması Kur’anda anlatılarak bize örnek gösterilmektedir. ‘Daha önce Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret/ihtiyaç halinde olsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden kurtulursa, işte onlar kurtuluşa eren kimselerdir’. (Haşr Suresi, 9. ayet). Söz konusu bu ayette ensarın muhacirlere kucak açması zihinlere kazınmalıdır. Peygamberimiz de bu bağlamda, ‘sizden biriniz, kendisi için istediği güzellikleri başkaları için temenni edemiyorsa gerçek anlamda iman etmemiştir’ buyuruyor. Hani Bedir Muharebesinde kendisi daha çok susuzluk çektiği halde sırasını arkadaşına ikram eden ashab ve ‘komşum siftah etmedi, ondan alış veriş yapsanız’ diye esnafımızın müşterisine telkinde bulunduğu günler anlatılır ya. İşte bu anlayışı geliştirmeli. Lakin biz, ibadetleri   şekil boyutu ile anlatmakla yetiniyor, fiziksel/bedensel yönü ile zaman geçiriyoruz. Tamam bu da olsun, ona da bir diyeceğimiz yok. Ancak, namazın bizi kötülüklerden koruyacağı ve gereği üzere eda edileceği (Ankebut Suresi, 45. ayet) şuurunu zihinlere kazımalıyız. Özetle; gönüllere ‘İsar Anlayışı yerleştirilmeli..