Meridyen Eğitim Kurumları

Dr. Ahmet Bekaroğlu


HİÇ UNUTMADIĞIM ÖĞRETMENİM

İlkokulda, Ortaokulda, lisede herbirimizin epeyce öğretmeni olmuştur. Bu öğretmenlerimizden bizde iz bırakan çok öğretmenimiz vardır. Ama bunlardan da ilk sırayı alanlar da vardır.


 Bir bayan öğretmenim vardı. Kendisi anlatıma dayalı dersleri yan sınıfta öğretmen olan eşini sınıfımıza çağırarak konuyu ona anlattırırdı. 
 Bendeniz kendi adıma söylüyorum. Bütün öğretmenlerime teşekkür ediyorum. Öğretmenlerimden konusuna çok iyi vakıf olanlar vardı. Alanına vakıf olduğu halde anlatma yeteneği zayıf olan öğretmenlerim de vardı. Bir de alanında hakimiyet konusunda idare edenler de vardı. Öğretmenlerimden çok iyi usul bilenler olduğu gibi bu konuda yöntem bilmeyenler de vardı. Mesela meslek dersi öğretmenlerinden 'İslam Eğitim ve Öğretim Usulünü' bilmeyenler de vardı. Yani Peygamberimizin Mescid-i Nebevî'nin sofasında Ashab-ı Suffa'ya uyguladığı Eğitim ve Öğretim Usulü'nden haberi olmayanlar da vardı. Belki de bundan haberi olduğu halde günün teamülüne/uygulamasına bakarak/modasına uyarak bunun etkisinde olanlar da vardı. Yoksa İmam Hatip Lisesi, İlahiyat Fakültesi ve Yüksek İslam Enstitüsü'nde 'Peygamberimizin Eğitim ve Öğretim Usulünü' öğrenmemeleri mümkün değildi. Bunu neden söylüyorum? Bir İmam Hatip Lisesi Meslek Dersleri öğretmeni ve bir 'Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni'nin çocuğa dayak atması düşünülemez. O dönem öğrenciyi döven bir öğretmen, ya 'Peygamberimizin Eğitim ve Öğretim Usulünü' bilmiyordu, ya da bildiği halde o dönemde 'öğrenciyi döversek daha çok çalışır ve dersine daha da yoğunlaşır' diye düşünerek bunu kendilerine göre 'iyi niyetle' yapıyorlardı. Peygamberimizin hadislerini bize anlatan ve önemli hadis kaynaklarından 'Muvatta'nın müellifi Enes bin Malik, 'Ben, Peygamberimizin yanına 10 yaşında giderek eğitim ve öğretime başladım ve onun yanında 10 yıl kaldım, Peygamberimiz bana bir defacık olsun 'Öf' bile demedi' diyor.

 

Hatta, 'Peygamberimiz bana, "Enes, git şu işi yap" dediğinde bunu duyardım ama hemen gitmezdim, isterdim ki Peygamberimiz bana bir iki defa daha ısrar etsin ve ondan sonra gideyim, ne zaman ki Peygamberimiz, "Hadi Enescik, artık gidiver" diye o ısrarı yaptıktan sonra giderdim'.  'Peygamberimizin Eğitim ve Öğretim  Usulü' böyle olduğu halde ilahiyat eğitimi almış o dönem bazı hocalarımız için söylüyorum, nasıl olur da şiddete/dayağa başvurabiliyorlardı? Şunu da belirteyim. İdarecilerden, sosyal ve fen alanındaki öğretmenlerimizden de şiddete başvuranlar epeyce vardıı. Onlar da pedagojik eğitimden yoksunlardı. Onlar da, ya üniversitede pedagojik eğitimi yeterince almamışlardı, ya da aldıkları halde onlar da 'öğrenciyi döversek derslerine daha çok  bağlanırlar' diye düşünüyorlardı. Dayak, artık İmam Hatip liselerinde, Kur'an kurslarında, kısacası hiçbir yerde yok. İlkokullarda da, ortaokullarda da, liselerde de yok. İstisnai durumlar hariç. Onlar zaten psikolojik ve klinik vakadır. Ben ilkokulda hiç dayak yemedim, çünkü başarılı bir öğrenciydim. İstanbul İmam Hatip Lisesi'nde sanırım 6. sınıftaydık yani günümüzdeki 11 sınıfa denk gelen sınıftaydık. Bir Cuma günü Yavuz Sultan Selim Camii'ne Cuma Namazı'na gitmiştik. Dönüşte başımda takke olduğu halde Çarşambadan yürüyerek okula gelmiştim. Tefsir dersi hocası Ali Ayar nöbetçi idi. Ali Ayar, 'başındaki takke ne?' Okulda başında takke mi olur?' deyince ben lavaboya kaçmıştım ama o peşimden gelerek bana okkalı bir tokat vurmuştu. Hadis dersi hocası Düzceli Cemal Demircan da ondan aşağı kalmazdı. Bir defasında boş geçen bir derste 'sınıftan çok ses çıkıyor' ondan da okkalı bir tokat yemiştim. Çünkü sınıfı sıra dayağına çekmişti. Toplam yediğim dayakların sayısı iki tane tokattır ama bunlar okkalı tokatladı.


      Ben ilkokulda okurken, Zigana tarafının kuzey yönünde, Vakfıkebir/Deniz tarafının güney yönünde olduğunu sanırdım. Çünkü Zigana tarafına kar yağıyor, orası soğuk ya, doğal olarak orayı kuzeyde sanırdım. Oysa ki Zigana'nın aşağısında Adana, Antalya, daha aşağıda, Ortadoğu, biraz daha aşağıya indiğinizde de Suudi Arabistan bölgesi var ve orası sıcak bölge. Çünkü ekvatora yakın. Vakfıkebir/Deniz tarafının sıcak olması nedeniyle orayı da güney yönünde sanıyordum. Oysa ki bin kilometre yukarı gittiğinizde Sibirya bölgesi var. Halbuki orası Kuzey yönü. Yani o gün bize şu yapılmalıydı. Bizi bahçeye çıkartarak 'şurası kuzey yönü, burası güney, şurası doğu, orası da batı yönü' diye gösterilmeliydi. Çünkü sınıfta teorik olarak 'Tonya'nın doğusunda şurası var, batısında şurası, güneyinde ve kuzeyinde şu yerler var' dendiğinde bana hayal gibi gelirdi ve konuyu anlamazdım. Kimse kusura bakmasın da, bu iş; bir yöntem bilme meselesidir.


      Mesela tarih dersi içerisindeki sanat tarihinde bize hep şöyle anlatılırdı, Hititlerde idare, din ve sanat', 'Likyalılarda idare, din, sanat', Artuklular,da, din, sanat, idare', 'Romalılar'da din, sanat, idare'. Hepsini de unuttuk, o dönem sınıf geçmek için ezberlemiştik. Oysa ki Artuklular, Hititliler, Romalılar, Lidyalılar nerede yaşadı?  Onu söyle bize. De ki; Artuklular, Güneydoğu Anadolu'da, Hititler Orta Karadeniz'de, Roma Marmara ve Ege'de, likyalılar Ege ve Akdeniz'de yaşadı. Milattan önce ise dini anlayışında tapısında tapınak var, milattan sonraysa dini anlayışı kilisedir. O bizim aklımızda kalır ve yeterdi. Biz sonra gider yerinde görürdük. Tarih kitaplarımızda da bizim katıldığımız savaşları anlatılırken var ya. Ben şöyle anlıyordum; Anadolu'nun bir başından diğer başına, Kars'tan Muğla'ya, Hakkari'den Edirne'ye kadar sanki eline taşı alan herkes cepheye gitmiş ve düşmanlarımızı vuruşmuş. O zaman Anadolu boşaldı, düşman gelir zaten alır orayı. Oysa ki düzenli ordu var. Yani Devletin ordusu bir cephede savaşırken, Anadolu'da çiftçi tarlasını ekiyordu, düğünler de yapılıyordu, cenazeler de kaldırılıyordu. Yani hayat devam ediyordu. Bma bizde kitaplar öyle yazmıyor ve öğretmenlerimiz de öyle anlatmıyorlardı. Sanki 'eline taşını, kazmasını ve küreğini alan cepheye koştu' gibi anlatılıyordu.


      Dediğim gibi öğretmenlerimin üzerimde çok emeği var. Hepsine teşekkür ediyorum. Ancak kimse kusura bakmasın. Şunu da söylemeliyim. Ben İstanbul İmam Hatip Lisesi'ndeki Biyoloji Öğretmenim, "Süheyla Agör" hanımefendi gibi konusuna vakıf, etkileyici ders anlatan ve sınıfta hakimiyet kuran başka bir öğretmen görmedim. Tek kelime ile müthişti. Tayini kendi isteği ile -uzak olduğu için geliş ve gidişte çok sıkıntı çekiyordu-  ailesinin ikamet ettiği ilçedeki başka bir okula çıktığında bize -sanırım beşinci sınıfta yani lise ikinci sınıfta okuyorduk ve 77 yılıydı-  sınıfta veda konuşmasını yaparken çok duygulanmış ve ağlamaklı konuşmasında, 'bakın ha, ileride bir yerde karşılaştığımızda sakın ola tanımamazlıktan gelmeyin, mutlaka merhaba deyin ve selam verin, yoksa ben bundan çok alınırım' demişti. Bu öğretmenimin ders anlatış usulünü hiç unutmuyorum. Bu öğretmenimin dünya görüşü farklı olsa da, kendisi tam bir profesyoneldi. Aldığı maaşın hakkını verircesine dersini anlatır ve işini yapardı. O'nu; sınıfa hakimiyette, ders anlatımı ve alanındaki güçlü yönüyle hatırlıyorum. Umarım hayattadır. Hayatta ise kendisine sağlık ve esenlik diliyorum.
      Bu vesileyle öğretmenlerime bana verdiklerinden dolayı teşekkür ediyor tüm öğretmenlerin gününü kutluyor, hayatta olanlara Allah'tan sağlık ve vefat edenlere de rahmet diliyorum..

Ahsen Güzellik Merkezi