Tabi bizi bu camilere okullarımız dağıtıyordu. Şayet camileri biz seçebilmiş olsaydık binlerce insanın cuma namazı kıldığı Aziz Mahmut Hüdaî Camii'ni değil, kenar bir camiyi seçerdim.
Her iki camideki stajımda da 'Peygamberimizin Veladeti' ile ilgili olarak 'Onun Güzel Ahlâkı' içerikli hutbe okumuştum. Aynı hutbeyi babamın görev yaptığı Pendik Muhammediye, Sarıyer Rumelikavak Yusufağa ve Sarıyer Merkez Ali Kethüda camilerinde de okumuştum. Tabi o zaman okuduğum hutbeyi ben yazmamış, Diyanet İşleri Başkanlığının matbu hutbelerinden almıştım. Sonraki yıllarda göreve resmen başlayınca kendi hutbelerimi kendim yazıyordum. İstanbul İmam Hatip Lisesindeki stajımı merhum kari Kur'an-ı Kerim hocamız Bursa'lı Hafız Nurettin Özük takip etmişti. Marmara İlahiyattaki staj döneminde de hutbemi de Arapça hocamız merhum Abdurrahman Kocamanoğlu takip etmişti. Seksen dört yılında Hüdai cemaati ve vakfının merkezi olan Aziz Mahmut Hüdaî Camii'nde şöyle bir hatıram olmuştu. Namaz öncesi bana caminin İmam Hatibi 'hutbenin sonunda söyle de Diyanet takvimlerinden cemaat alsın' demişti. Ben de tamam demiştim. O dönemler Diyanet takvimleri satılmıyor ve cemaate adeta yalvarıyorduk. Şimdi ise çok rağbet görüyor. İmam efendinin dediği gibi hutbenin sonunda da Muhterem cemaat hocamız hatırlattı, çok içerikli hazırlanan Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı takvimleri geldi, onlardan almanızı öneriyorum' demiştim. Namazın sonunda heyecanlıydım, çok iyi bir performans göstermiştim. Cemaatten birisi çok özel tebrik etti ve beni çok överek hatta adeta göğe yükselterek 'şimdiye kadar senin gibisini görmedim, sakın bozulmayasın' diye bana tembihte de bulunmuştu. Tabi bu durum hoşuma gitmişti ama ayaklarım yere basıyordu. Çünkü gerek Trabzon Tonya Kaleönü Mahallesi Dere Camii'nde ve gerekse de Pendik Muhammediye Camii'nde babamın 'çok sert tavır ve eleştirileri' karşısında biraz da olsa pişmişliğim vardı. Çıkışta Caminin imamı bana şöyle demişti ve hayal kırıklığı yaşamıştım, 'ya tamam takvimleri söyledin de, Cumhuriyet kelimesi camiye girer mi?' Ben de ona 'Cumhuriyet kavramı Arapça bir kelime ve Cumhuriyet şemsiyesi altında yaşıyoruz' demiştim. Şimdi bilmiyorum sağ mı? Ama mahşer günü karşılaştığımızda ona iğne atsan yere düşmeyecek bir kalabalığın olduğu Aziz Mahmut Hüdayi Camii imam hatibinin bu kadar ön yargılı ve kavramların içeriğinden habersiz olabileceğini düşünemezdim de diyeceğim.
Bir öğretmen arkadaşa, Mustafa Kemal'in 'Gençler yarın Cumhuriyeti ilan ediyoruz' sözü ile, yarın görevin var mı dedim?. O da 'Cumhuriyet kuruldu bize düşen onu korumak ve kollamaktır' diye cevap verdi. Ben de o zaman, ne duruyorsun? git koru, gitsene öğrencilerinin yanına dedim.
Diyanet İşleri Başkanlığı kendi resmi sayfasından bugün Cumhuriyetle ilgili paylaşım yaptı. Bun paylaşımı kurum ağırlığında kendi sayfasında yapmış olması daha güzel oldu. Başkan beyin nezdinde tüm yetkilileri kutluyorum. Çok güzel bir özet metin hazırlanmış. Bu açıklamaya çok ileri geri densiz yorumlarda yazılmış. Öyle ki, 'Müslümanların kurtuluşunun Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Kur'an ve sünnete dönüşüyle mümkün olacağı" şeklinde hadsiz ifadeler de oldu. Söz konusu paylaşımı beğenip kutlayan da oldu. Ben de başkanlığın paylaşımına şu yorumu yapdım.
'Güzel bir açıklama yapılmış, kutluyorum. Cumhuriyet kavramı, Arapça bir kelime ve halkın çoğunluğunun isteğine göre yönetim demek. Halkın çoğunluğunun istediği kişilerin yönetimi ele alması ve Devleti onların yönetmesi demektir. Cumhuriyet kavramının iki temel ayağından biri demokrasi diğeri de laikliktir. Demokrasi gereği halk özgür bir şekilde daha önce belirlenen sürede 'Devleti kimin yöneteceğine?' karar verecek şekilde iradesini hür bir şekilde ortaya koyar. Bunun sonucunda da halk tarafından tercih edilen çoğunluk millete vekaleten Devleti yönetir. Laiklik de bir yönüyle, devletin bütün vatandaşlarına istekleri doğrultusunda inanç ve ibadet özgürlüğünü sağlaması demektir. Hiçbir kişinin bir başkasını kendi inanç ve ibadetinden ötürü suçlamaması, aşağılamaması ve devletin imkanlarından yararlanmasını engellememesi için devletin bütün tedbirleri alması demektir. Güzel bir açıklama. Kutluyorum..'
Bir defa Diyanet İşleri Başkanlığı yaptığı bu açıklamanın sosyal medyada yoruma kapalılığını sağlayabilirdi ama yoruma açık bırakmış. Yani çok ve çok demokratik davranmış ki herkes buraya görüşünü yazabiliyor. Olumsuz yazanlara ne diyelim? Onlar fanatik/marjinal. Böyle olanlardan da başka bir şey beklenmez. Empatileri yok. Bu ülkede sadece kendilerinin yaşadığını sanıyor ve herkesin de kendileri gibi düşünmeye zorluyorlar. Diyanet İşleri Başkanlığı bu paylaşımıyla aslında halk nezdinde bütünlüğü sağlıyor. Şöyle marjinaller de var. Onlar da şöyle diyor, 'Atatürk ve Laiklik var artık İslam Dinine ve Hz. Muhammed'e ne gerek var?' Merhum Prof. Dr.Yaşar Nuri Öztürk bu durumu şöyle açıklıyordu, 'Öyle bir dönemdeyiz ki, "Atatürk ve lâiklik, artık Kur'an-ı Kerim ve Hz. Muhammed yani İslam Dinine ne gerek var?' diyenlerle "İslam Dini ve Hz. Muhammed var, Mustafa Kemal ve lâikliğe ne gerek var?" diyenlerin kıskacında yaşıyoruz'.
Şöyle bir durum var ki ben mesleki hayatımda hep bunu kırmaya çalıştım. Cemaat bekliyor ki 'bana istediğim gibi din anlat'. Böyle şey olur mu? Madem senin istediğin gibi din anlatacağım, ben niye okudum? Devlet bu İmam Hatip liselerini ve İlahiyat fakülteleri niye kurdu? Maalesef ki bazı arkadaşlarımız da bu isteklerden etkileniyor, cemaatlerin idaresine giriyor. Cemaate diyorum ki, öyle şey mi olur? Sen benim anlattığım şekilde dini anlayacaksın. Bu işin eğitimini ben aldım. Sen mi beni yönlendireceksin, yoksa ben mi seni eğiteceğim? Burada da aynı durum söz konusu. Akıl veriyorlar Diyanet İşleri Başkanlığına, 'böyle davran, şöyle davranma'. Başkanlık Cumhuriyeti kutladığı paylaşımında Atatürk'ün ismini niye anmış. Sen kimsin ya? Diyanet İşleri Başkanlığı nasıl derse biz öyle hareket edeceğiz. Yetkisini yasadan alıyor 'halkı dini konularda bilgilendirmek, din konusunda aydınlatmak ve camileri yönetmek' onun görevidir. Bu durumda yönetenle yönetilen yer değiştirmiş. Bazıları Diyanet'e diyor ki, ' böyle yap, şöyle yapma'. Yapma ya. Sen ne zaman yönetici oldun?
Diyanet İşleri Başkanlığı köken itibarıyla çok geçmişi olan bir kurumdur. Osmanlı hatta Selçuklulara kadar dayanan bir derinliği var. Osmanlı'daki ismi ile 'Şeriye ve Evkaf Vekaleti'dir.
Yani 'Din ve Vakıflar Bakanlığı'. Müslüman zenginler, 'Camilerdeki din hizmetleri yürüsün' diye hanını, hamamını, arsasını, evini, apartmanını, vs. camiler imar edilsin ve din görevlilerinin maaşları ödensin' diye vakfetmiştir. 3 Mart 1924'te 'Evkaf' Vekaleti', 'Şeriye Vekaleti'nden yani 'vakıflar', 'Din İşleri Bakanlığı'ndan ayrılmış ve 'Diyanet İşleri Başkanlığı' ile 'Vakıflar Genel Müdürlüğü' halinde iki kurum oluşturulmuştur. Vakıfların gelirleri de bütçeye aktarılarak emeklinin, öğretmenin, kaymakamın, valinin, milletvekilinin, din görevlilerinin, işçinin, vs. oradan maaş alması sağlanmıştır. Diyeceğim şudur ki Diyanet işleri başkanlığına ayrılan ve bugün eleştirilen bütçe Diyanetin gerçek hakkı olan ve merkezi bütçeye ayrılan bütçenin beşte biri kadardır. Bu konuda Diyanet İşleri Başkanlığının vereceği yok, aksine alacağı vardır. 'Açık ve seçik söylüyorum' bu konu da 'aman bana bir şey olmasın, yerimi kaybetmeyeyim' endişesinden olacak şimdiye kadar kamuoyuna iyice anlatılamamştır.
Özetle, Din İşlerinin yönetimi Diyanet İşleri Başkanlığı'nın uhdesindedir. Ona akıl vermeyelim. 'Diyanete ne gerek var' diyenler unutmasınlar ki Diyanet İşleri Başkanlığı bu ülkenin birlik ve beraberliğinin çimentosudur. Diyanet İşleri Başkanlığı olmamış olsa, biz camiler ve cemaatler arası maç yapar ve kırarız birbirimizi. Başkanlık şeffaftır, başka bir ifade ile her zaman denetime açıktır.
Ve devlet protokolünde de dördüncü sıradadır.



